Blia Cosplay and Collection

Blia Cosplay and Collection
I Love Yoda !

12 Eylül 2009 Cumartesi

en uzun rüya...

kızgındım. kızmıştım evet. yoksa neden söylemek isteyeyim ki o sözleri... neden sevdiğim insanların hakkında uydurayım? çok kızgındım. tek amacım o an O'nu incitecek birşeyler söylemekti. ve incittimde.

ne kadar basitti bu hayat böyle. rüya görmek gibiydi yaşadığım herşey. bazen kabuslardı uyanmaya çalışmama neden olan. hayat ne kadar da uzun bir rüyaydı böyle. artık bitmesini istediğim...

avuçlarımda biriken damlalarda umut aramaktı belki de gerçek bataklık. ama yağmur dinecek gibi görünmüyor bana hiçbir zaman. nedenini bilmediğim fırtınalar kopuyor çoğu zaman. belki anlamsız ama sanki bu kabus hiç bitmeyecek gibi sürüp gidiyor.

küçük bir parça taş buluyorum sonra. kaydırabilir miyim şunu denizde diye düşünüyorum. hiç yapamadım ki daha önce. kimse de öğretmedi bana. atıyorum. denize gömülüyor direk. kaymıyor. hiç kaydıramayacağım ben, biliyorum...

teleferik var bide. bu konuya hiç girmeyeceğim.

yokuşlardan çıkıyorum. çıkıyoruz. hiç bitmeyen yokuşlar. yorucu. susuyorum. susuyoruz. sırtımızdan terler damlıyor artık. ama pes etmiyoruz. azimliyiz. nedenini biz de bilmiyoruz. ama bir yere ulaşmak gerek artık. nereye gittiğimizi bilmeden.

sonra, biri uzanıyor yerde. kıpırdamadan. ölmüş zannediyorum. ama genelde parkta uyurlar böyle. zavallı adam. evi yok heralde. yoksa öldü mü? yanına yaklaşıyorum. evet, tırsıyorum biraz. ama mühim değil. adamın yaşamı söz konusu değil mi? yoksa ben mi çok safım. üzerinde kan var. kıpkırmızı. kurumuş. dürtüyorum, uyanmıyor. hırpalıyorum, uyanmıyor. nabzına bakmak için uzanıyorum, adam bileğimi öyle bir sıkıyor ki çığlık atıyorum. meğer ketçapmış. ama adam kolumu bıramıyor. vuruyorum, çekiştiriyorum. bir anda toz olup gidiyor. ne bu şimdi?

mavi bir bardak var. kulbu yok. sade. şekilsiz. düşünce kırılmıyormuş. ne şaşırtıcı.

sanırım artık hayat denen rüyanın da bir sonu olduğunu keşfediyorum. yavaş yavaş. birgün uyanacağım, biliyorum.

18 Ağustos 2009 Salı

yeniyim yenisin yeni

inanmaya çalıştığım şeyler gerçekler miydi bilemiyorum. ama herkes gibi başlamıştım bir hikayeye. sonunu bile önceden kestiremediğim bir hikaye. her olayda yeni bir başlangıç içindeyim şimdi. yeni okul yeni aşk yeni dostluklar yeni hayaller.. belki bazılarının sonu iyi bazılarının sonu kötü olacak da olabilir tabi ki. kim bilir.

her söylenene inanmak. ne de aptalım. insanlar o kadar temiz değilki. hiçbir zaman olmadılar. hep yalancı ve çıkarcı olanları tanıdım. belki 1-2 istisna. ama şuan biliyorum ki herkes uzak. en yakındakiler bile uzak. birkaç yıl önce olduğu gibi... belki de birkaç yıl sonra olacağı gibi. sahtelikler...

bir anda kaybolup giden ilişkilerle dolu bu hayat. hiç ummadığınız insanlar gelip size "senden uzaklaşmaya çalışıyorum" diyebiliyor. en yakınınızdakiler... en yakınınız. herşeyiyle bir bütün olduğunuzu düşündüğünüz insan ta ki 2 ay öncesine kadar böyle düşündüğünüz insan...

oysa birlikte ne hayaller kurmuş oluyorsunuz. her saniyeniz için. her dakikanız ve yıllarınız için... belki bir yat almayı düşünmüştünüz. koy koy dolaşmayı düşünmüştünüz. şarkılar söylemeyi düşünmüştünüz birlikte, bir grup kurmayı. aynı üniversitede yeni dostlukları birlikte edinmeyi planlamıştınız. belki de aynı eve birlikte çıkmayı planlamıştınız.. aynı sahneyi paylaşmayı...

daha eskileri düşününce daha başka neler planlandığını hatırlıyorum da her yeni dostlukta yeni planlar doğmuş. her yeni ilişkide yeni planlar... ve hepsinin sonu gelmiş. bazılarına başlamışız yarım kalmış ve unutulmuş bazılarıysa hiç başlamadan son bulmuş...

işte şimdi yeniliklerin başlangıcındayım. umarım herşey iyi olur. hepimiz için. hepimizin yenilikleri için... yeni'ler için... umarım bir yat gezisi planladıysanız, gerçekleştirirsiniz. çünkü ben bunu yapmak istiyorum. henüz kiminle olduğu belli olmayan bir dostlukla...

bak ne hatırladım...

hayat bilgisi dersindeydik... bi' öğretmenimiz vardı. 5 sene boyunca bize 11 öğretmen bile dayanmamıştı. bu 12. öğretmendi. biz de O'na dayanamadık ama bunu atlıyorum...

bi' arkadaşımız vardı. çalışkanlardan. sınıfta zaten 5-6 çalışkan öğrenci vardı. 30 kişilik bi' sınıftık. 10-20 kişisi orta halli geri kalanı haylaz takımıydı...

hayat bilgisi dersinde konu anlatımlarını tepegöz denen teknolojik harikasıyla biz yapardık, öğrenciler. 5. sınıfta okuyan zavallılar olarak asetat adı verilen -ki o zamanlar bunu telaffuz edebildiğimizden bile emin değilim- kağıtlara ancak kolonya-pamuk ikilisini bir araya getirerek silebildiğiniz kalemlerle uzun uzadıya konu anlatımlarını yazardık ve sonra kelime hatası bile yapmamaya çalışarak -ki buda 2-3 gün içinde hayvan gibi ezber yapmanıza neden olurdu- anlatmaya çabalardık...

benim ezberimse hiçbir zaman iyi olmadı. hele o konu anlatımlarını hiç ama hiç tam anlamıyla ezberleyemedim. ve dürüsttüm. bazı arkadaşlar kopya çekerdi. bazıları 10 sayfa hazırlayıp 2 sayfa anlatırdı. bense salak gibi hazırladığım 8 sayfayı anlatmaya çalışırdım. sanırım evet, salaktım, saftım...

2 paragraf üstte bahsettiğim arkadaşımıza birgün bir soru sordu öğretmenimiz. ismini vermek istemediğim çocuğa aşıktım ben. (o yaşta.. te te te) çocuk öyle zekiydi ki öğretmen o'nu acayip seviyordu. 10'lu yaşlarda olan her küçük hanım gibi zekası beni de etkilemiş olmalıydı ne bileyim... :D soruya verdiği cevap şöyle başlıyordu: "tam olarak emin değilim ama..." devamında getirdiği yanıtsa doğru cevaptı. hoca aferin'leyip oturtmuştu o'nu...

sürekli konu anlatımlarından sonra soru sorardı konuyu dinleyen arkadaşlar. soru sorcak kişileri de öğretmen seçerdi. bu da dinleyen kısmın gerçekten dinleyip dinlemediğiyle alakalıydı. aklına takılan birşey olmasa da sormak zorunda kalırdın, sen seçildiysen... kurallarsa asla değişmezdi. sorulan sorularsa hep cevabı maddeler halinde olan sorulardı.

birgün... yine ben anlatmıştım. ama yine çok iyi ezberlemiş değildim. kitap öğretmenin önünde açıktı. göz ucuyla bakmıştım bikaç defa. baktığım için hatırlıyordum. öğretmen, sürekli olarak arkadaşlara bana kopya verip vermediklerini soruyordu. ama sağ sağlim o günü de atlatmıştım işte... sonra sıra soru sorulmasına gelmişti. öğretmen, O çocuğu kaldırdı soru sorması için. sordu. ben şöyle bir durdum. ve sonra başladım birşeyler gevelemeye. cümleye şöyle başlamıştım: "tam olarak emin değilim ama..." öğretmen aniden sözümü kesti. "emin değilsen neden söylüyorsun o zaman?!" dumur bir halde öğretmene bakakalmıştım. ve öğretmen devam etti. "cevap vermek isteyen var mı arkadaşınıza?" bense anlamsız gözler ve o an o öğretmene sinir olma ifadesiyle yerime geçtim. kıpkırmızı olduğumu hissediyordum. ne kötü bi' gündü...

19 Haziran 2009 Cuma

orda bi hatun var.

şimdi çarpıyor gözüme rüzgarlar. yeni mi anladım diye soruyorum kendime. tek başıma değilmişim ben. yanımda bir hatun var tıpkısı benim gibi olan. ne kadar da temiz yüzlü. bakıyor öylece suratıma. bakıyor ve başlıyor şarkı söylemeye. "kalbim ellerim kadar küçük değil" diyor. devam ediyorum "kalbim ellerim kadar küçük değil."

sonra yürümeye devam ediyoruz. sahildeyiz. oturuyoruz kıyıya. konuşuyoruz. soruyorum ona, daha önce sormadığım şeyleri. sonra benmişim gibi yaşıyorum anlattığı o hikayeleri. sanki gerçekmişiz gibi. birmişiz gibi. en sevdiği ketçapmış, daha önce bilmiyordum mesela. oysa ben, mayonez severim. en sevdiği tonguçmuş, ben ben şeyi severim ...'i. sonra; en eğlendiği gün en sevdiği gün, geçen günmüş. olmak istediği yermiş orası. benimse, geçen gece gittiğim bardı olmak istediğim yer.

şimdi çarpıyor yüzüme rüzgarlar. belki biraz ürpertiyor ama bunu seviyorum. yeni mi anlamışım bilmiyorum. ama yeni öğrenmişim. tek değilmişim. sonra şarkılar söyleniyor dönme dolabın tepesinde. "kalbim ellerim kadar küçük değil." artık bıkıyoruz şarkıdan "bugün"den olduğu gibi.

oturuyoruz sonra. tongucuyla konuşuyor, kızdırıyor, seviyor. ben ben oturuyorum öyle. konuşmuyorum. fotoğraf çekiyorum. sadece fotoğraf. tek gerçeğimmiş gibi. oysa çok da severim fotoğraf çekmeyi. sonra sıkılıyorum ama. fizik kitabı buluyorum bitane. açıyorum; bakıyorum boş boş. nereye kime baktığımı bilmeden. diyorki, kurbaa bi tahtaya binmiş yürüyormuş tahtanın altında top varmış nereye gelirse dağdaki inek aşağı iner ve otlamaya başlarmış kuzular 3'er yumurtlarsa kediler kaç kere ölürmüş filan. sıkılıyorum ondan bundan da. şarkı söylüyorum sonra "kalbim ellerim kadar küçük değil."

sonra kalkıp dans ediyorum uyduruktan. ben, saçma sapan anlatıyorum, konuşuyorum öyle dağdan bayırdan kucaktaki çocuktan yardan bağdan, orda oturan hıyardan... sonra "git başımdan" diyor bana. aldırmıyorum. tonguç kaçıyor, aldırmıyorum. hatun uykuya dalıyor, bende yatıyorum...

yavaş yavaş anlıyorum, yalnız değiliz hiçbirimiz...

17 Nisan 2009 Cuma

İşte o kız bu kız şu kız...

Çaresiz bir kediydi sanki ellerindeki küçük su damlacıklarını kana kana içerken.
Düşünmeden konuşmasının cezasını çekiyordu oysaki neden aramazken.
Zamanında olanlara aldırmamış, herkesi kırmıştı bencilce.
Tek tek kaybedince,
Anlamıştı hatasını, susmuştu ölümüne.
Hiç bilmediği bir yerde, kimin eli kimin cebinde, yaşıyordu öylece.
Deliriyor muydu? Bilmiyordu…
Karşıdan karanlıklar içinden biri geliyordu, sanki, ona doğru.
“Sen de kimsin” diye soruyordu.
Ama, cevap alamıyordu, çünkü kimse O’nu duymuyordu.
Çünkü O susuyordu…
İçinden sorular sorup duruyordu.
“-Adımı sorma. Sana geldim, yardıma.
-
-Öylece bakma bana.
-
-Eğer, yardıma ihtiyacın yoksa…
-
-Peki, gidiyorum. Rahatsız ettim, kusura bakma.
- “
Cevapta vermek istiyordu aslında.
Konuşamıyordu ama.
Uzunca bir süre sonra geriye dönüp baktığında, geçmişin enfes kokusunu hatırladı.
İnsanlar, severdi O’nu, çok severdi…
Ama O bunun farkında bile değildi.
Umursamazdı.
Şimdi, çaresiz, aç, pis kokuyordu.
Yaşıyor muydu?
Buna ‘yaşamak’ mı diyordu.
Yaşamak buysa O ölsündü…
“-Dün burada genç bi’ kızla konuşmuştum gören oldu mu?
-Bu sabah aha şurda ölü bulduk O’nu.
-Öldü mü? Yardım edecektim O’na, elinden tutacaktım!
-Çöpe attık bedenini. Kimsesi yoktu O’nun. Napacaksın, terk etmiş evini gelmiş buraya. E ölecek tabi sonunda!
- "

hatırlamak istemediğim...

Yalnızlıklarda ağlamak mıydı adını koyduğum?

Gece sert esen rüzgarlarda mı aradım sende bulduğum aşkı?

Adın neydi hatırlamadığım…

Sessizlikte mi kayboldum ben sarhoşluğumda?

Bedenim miydi aşk içinde kavrulan, ruhum mu?

Adını bile hatırlamadığım…

Kelimeler yetmezdi bile, sana kendimi ifade etmeye.

Donardı cehennem beni bağlayan aşkla.

O kadar acıydı sessizliğin

Ve yüzündeki tebessüm, ayrılırken…

Elimi bırakıp terk edişin mi üzdü

Yoksa, fırlattığın hançerler mi kalbime saplandı, bilemediğim…

Adın neydi, hatırlamıyorum…

Şimdiyse, belki son kez seni düşünüyorum diye avutuyorum kendimi.

Oysaki ben kim, seni unutmak kim.

Olsun, adını hatırlamıyorum…

Sadece umuyorum.

Belki yine içimdeki umut kırıntılarını görür de geri dönersin diye.

Gülüyorum.

Hiç gülmediğim kadar.

Çünkü kandırıyorum kendimi.

Adını hatırlamıyorum.