Blia Cosplay and Collection

Blia Cosplay and Collection
I Love Yoda !

29 Mayıs 2010 Cumartesi

şimdi ben...


şimdi ben, deniz kenarında olcaktım; dalgalar vurcaktı narince kıyıya.
gece gece martılar cıvıldıycaktı, kafamı kaldırıp yukarı bakçaktım; ne de güzeller diye...

şimdi ben, şarkılar söyleyip insanlarla dans edecektim.
en sevdiğim ezgileri içimde hissedecektim, beynimi okşayacaktı notalar...

şimdi ben, havanın parlament mavisi olduğu gecede ne fotoğraflar çekecektim.
altına ismim yazılacaktı ve insanlar gördüğünde o anı yaşamak isteyecekti...

şimdi ben, yılların en güzel filmlerinde rol almış olacaktım; her yeni replikte ruhları fethedecektim.
bir kez daha izleyesi gelecekti her izleyenin...

şimdi ben, dünyada satış rekorları kıran bir kitap yazmış olacaktım; içinde elimden henüz çıkmış sıcak sıcak hikayelerle.
her yeni sayfada yeni bir umut, aşk, gözyaşı olan bir kitap...

şimdi ben, dalgalar eşliğinde, parlament mavisi bir gökyüzünün altında, hikayelerimi en sevdiğim şarkıları dinleyerek yazarken, izleyeceğim filmi düşünüyorum...

22 Mayıs 2010 Cumartesi

soru mu sorcaksınız?

ne istersen sor, gerçekten farketmez... ((= http://formspring.me/kurbaa

21 Mayıs 2010 Cuma

tükenmeyen umutlarımız sunar: gelecekte ne yapacağım?

bir de seninle düşününce yalnızlığı...




zamansız mıydı gidişim rüzgarlara dalıp dalıp?
oysa ki sendin kaçmama sebep, yine de bilemedim.
gereksiz miydi aşk onca derdin içinde?
ama yine de sensizlikti canımı yakan...

sis pozu

arkadaşlık güzeldir.

korkularla yüzleşmek




neden korkarız ki? üstelik nefesini ensemizde hissetsekte çokta zor değil ölmek.

geri çevirmek


kabaca. öyle değil mi? karşı tarafta reddedilme duygusunu uyandırıyor. acıklı bir geri çevriliş. ve ısrarlar. oysaki hayat daha güzel olsa, kimse kimseyi reddetmese ve reddedilecek teklifler yapmasa. ne olurdu sanki?

16 Mayıs 2010 Pazar

arabaya doğru...

sıkı bir kucaklaşmanın ardından sıyrılıp ikisine de korkunç bir bakış attım. "siz nası oldu da..." sözümü bitirmeme olanak tanımayan deniz konuşmaya başladı. "seni bulduk ya önemli olan bu. burası değişmeden önce buradan çıkmalıyız." diyerek kolumdan tuttu ve semihte arkamızdan gelmek suretiyle yürümeye başladık. bu katı su olayına hala pek alıştığım söylenemezdi. jel gibi birşey miydi acaba? yürüdükçe etraf tanıdık gelmeye başladı. meğersem benim suyun derinliklerine gömüldüğüm yere gelmişiz. kapıyı görünce tanıdım. deniz kapağı açarak semihe öncelik tanıdı. arkasından tünele daldım ve yine nefes darlığım başladı. gittikçe karanlıklaşan tünelin sonuna geldiğimizde semih dikkatlice kapağı iteledi. karşımıza herhangi birşey de çıkabilirdi. ama öyle olmadı. yine evin mutfağına çıkmıştık. herşey bıraktığımız gibi görünüyordu. ışık dışında. gündüz olmuştu ve her yer aydınlıktı. evin içini dolduran sarı güneş ışığı mutfağa ayak bastığımız anda içimize doldu. "arabaya gidip eşyaları almalıyız." dedi semih. "siz burda bekleyin o zaman." dedi deniz. "tek gidemezsin." diyen semihten sonra deniz ikimizinde gözlerine keskin birer bakış attıktan sonra hepimizin gitmesi gerektiğine karar verdi. bavullarım hala salonun ortasında duruyordu. deniz bunları saklamama karar verdi. zira biz evden ayrıldığımızda eğer eve birileri girerse burada birilerinin olduğunu anlayabilirdi. ve belki bu hoş olmazdı. uyandığım odaya bavulları çıkarmama yardım ettiler. ancak ben hala ıslaktım ve eşyalarımla bir odadayken üstümü değiştirebilirdim. bavulumun birini açtığımda içinden çıkana şaşırmıştım. kitabım da yanımdaymış ve bende farkında değilmişim. diğer bavulu açıp üzerime giyebileceğim, gerektiğinde koşmamı engellemeyecek birşeyler baktım. deniz aniden odaya dalıp hazır olup olmadığımda giyinik olduğuma sevinmiştim. "özür dilerim." diyerek kapıyı kapattı. "aşağıda seni bekliyoruz." bavulumdaki birçok gereksiz kıyafete burun kıvırarak siyah şortumla uzun siyah bluzumu giymeye karar verdim. spor ayakkabılarımsa özlemle beni bekliyorlardı. ıslak çoraplarımı değiştirdikten sonra saçlarımı at kuyruğu yaptım ve bavulları yatağın altına gizledim. sonradan kitabımı yanıma almamın mantıklı olacağını düşünerek sırt çantası aldım. belki geri dönemezdik. su, birkaç bisküvi -tatile çıkarken bile sırt çantama koyduğum şeydir bisküvi- ve hırka aldım. merdivenleri koşarak indim ve artık yola koyulmaya hazırdık. "güzel olmuş." dedi deniz. gülümseyerek karşılık verdim. semihse birşey demeden bakıyordu. "belki sen gelmesen daha iyi olur." dediğinde bozulmuştum. hızlı koşamayıp köpeklere yem olacağımdan mı korkuyordu? "hızlı koşabilirim. eğer birgün burdan kurtulursak yarışabiliriz." dedim. denizin kahkahasından sonra semih kafasını salladı ve kapıyı dikkatlice açtık. dışarısı sakindi. köpeklerden veya başka canlılardan iz yoktu. kapıyı arkamızdan çekip anahtarla kitledikten sonra anahtarı çantama attım. kitabımdan bahsetmek istememiştim. o yüzden ağzımdan kaçırmamak için fazla konuşmama kararı almıştım. ormana doğru ilerlemeye başlamıştık. hafif rüzgar vardı bu yüzden de saçlarımı topladığıma seviniyordum. semihin hafif uzun saçları bile gözlerine giriyordu. her seferinde eliyle düzeltmeye çalışıyordu... ormanda ilerlemek biraz ürkütücüydü ama yanımdaki insanlara güveniyordum. kim olduklarını, nereden geldiklerini bilmediğim halde... oysa ki okuldaki arkadaşlarıma bile bu kadar güvenmemiştim. hem bu adamlar, sempatiktilerde. böyle durumlarda bile eğlenmeyi biliyorlardı. yol boyunca sessiz kahkahalarımıza tanık olan ağaçlara bakıp eve geri dönüp dönemeyeceğimi düşündüm...

korkma kalbim...

korkma kalbim, acımayacak... başta biraz ağırlık hissedeceksin o'nu her gördüğünde. nefesim kesileceği için işini yerine pek getiremeyeceksin, yavaşlayacağın yerde hızlanacaksın; korkma pek acımayacak sadece sen de benim gibi panik olacaksın. korkma kalbim, fazla acımayacak... önce üzerine kocaman birşey oturmuş gibi olacak. uzun süre kalkmayacak ama bir süre sonra bu duruma alışacaksın. ama merak etme, yine de çok acımayacak. sadece o'nunla her göz göze gelişimde biraz iğneler batacak irkileceksin. için rahat olsun yine, bu duruma da alışacaksın, normal gelecek.
korkma kalbim, en azından ölmeyeceksin. ölür gibi olacak ama hala nefes alıyor olacağım. yine de merak etme, bu duruma da alışacaksın...

15 Mayıs 2010 Cumartesi

to be continue...

cennet düşündüğümden daha farklıydı. etrafta hurilerin dolaştığı güzel meyve ağaçlarının sık sık karşınıza çıktığı gökyüzünün her daim mavi ve bulutsuz olduğu yerlerinse böceksiz ve yeşilin harika tonlu çimleriyle bezenmiş bir yerdi benim cennetim. ama bu biraz farklıydı. bembeyaz bir ışık vardı. hatta etrafta sadece sarı renk vardı. duvarlar sarıydı, su sarıydı... henüz yeni öldüğümden midir bilmem, bulanık görüyordum. belki de gözlerim sadece ışığa alışmaya çalışıyordu. nefes darlığı çekiyordum ve öksürüyordum. genzim acıyordu ve öksürdükçe su kusuyordum. ölürken çok su yutmuş olmalıydım. hala aynı mağarada olduğumu düşündüren şey duvarlar dediğim ama netleştikçe mağaranın devamı gibi sandığım kayalıklardı. kollarımla destek alarak uzandığım yerden oturur pozisyonuna geçtim. öksürüklerim yankılanıyordu. bir an izlediğim filmlerden etkilenip çok saçma şeyler düşündüm. sanki ben ölmüştüm de dünyada ruhum hapis kalmıştı. sanki cennete gidememiştim ve bedenim yakılana kadar burada kalmaya mahkumdum. ve hiç bulunamayack olan bedenimde cabasıydı. henüz bedenime rastlamamıştım. ama düşününce aklım mı yerine geliyordu bilmiyorum ama öksürdüğüme göre ölmüş olamazdım değil mi? yoksa, ruhlarda aslında öksürür müydü? deneyimli birileriyle konuşsam iyi olacaktı. daha sonra dikkatimi çeken şey 2 gölgeydi. yaklaşan ve büyüyen gölgeler. ses yoktu. sadece gölgeler büyüyordu. birilerinin yaklaştığını anlamıştım. benim gibi ölü insanlar mıydı -ki onlara hala insan denilebilir miydi- yoksa bunlar deniz ve semih olabilir miydi? ve evet. harika. deniz ve semihte ölmüşlerdi. şu an isteyebileceğim en son şeylerden biri ölmüş olmalarıydı ama malesef bu olmuştu. "heey. siz demi?" dedim. cevap vermediler. oysaki tam karşımda durmuşlardı. bana bakıyorlardı. aramızda en fazla bir öğretmen masası mesafe vardı. duymamış olamazlardı. zaten beni gördüklerine sevinmeleri gerekirdi. ya da öldüğüm için mi sevinememişlerdi? "çocuklar siz kurtulmuştunuz." dedim. "deniz geri dönmemiz gerek." dedi semih. "sanki arka taraftan bir yol vardı." dedim ama bana cevap vermemelerine alınmıştım. "onu orda tek başına bırakamayız." dedi deniz. "ben de sizinle geri dönebilirim illa o yoldan gitmem gerekmiyo." diye cevap verdim. "o gitti deniz. geri dönmeliyiz. yarım kalan bi işimiz var. sonunu getirmeliyiz." dedi semih. bunlar kimden bahsediyordu tanrı aşkına? ve yüzlerindeki bu solgun ifade de neyin nesiydi? bir adım onlara yaklaşmaya çalıştım. ama cam olduğunu sandığım bir yere tosladım. "buranın bir yere çıkması gerekiyordu. o yol boşuna olmamalıydı." dedi deniz. "burayı birşeyler idare ediyo deniz. kim bilir burda ne var ve bize göstermiyolar." dedi semih. sanırım durumu anlamıştım. beni görmüyorlardı ve duymuyolardı. ama suyun altını görebilirlerdi. daha önce suya düşmemi sağlayan düşüncelerim beni yine suyun dibine itebilirdi. ve düşündüğüm gibi olması çok zor olmadı. su ayaklarımın altında katılığını kaybedip yumuşadığında içine sürüklenip ıslanmam uzun sürmedi. ve daha sonra diğer tarafa geçtim. deniz ve semihin altında duruyordum. suyun yüzeyine alttan vuruyordum. artık beni farketmeleri gerekiyordu. beni çıkarmaları gerekiyordu. ben vurdukça etraflarına bakınmaya başladılar. oksijenim tükenene ve beni dibe sürükleyen şey geri gelene kadar suya vurabilirdim. semih beni fark etti ve denizi dürttü. birlikte katılaşan suya vurmaya başladılar. su kırılmıyordu. elimde kafamı işaret ettim ve anlamalarını diledim. anlamıyorlardı ve su yarılmıyordu. tekrar aynı deneyimi yaşamak istemiyordum. denizin 'seni buradan çıkarıcaz' repliğini duyar gibiydim. ama beni sürükleyen şeyin varlığını hissetmeye başlamıştım. acele etseler iyi olacaktı ama hala bir değişiklik yoktu hayatımda. beni sürükleyen şey yine beni bulmuştu ve bacağıma asılmıştı. "seni bir kez daha bırakmicam." diyen semihi duyduğumda suyun açık vermeye başladığını fark ettim. gittikçe büyüyen yarıktan 4 tane kol uzandı ve beni sürükleyen yaratıktan ayırarak yukarı çıkarttılar. su açığını kapamaya başladığında deniz ve semihe sıkıca sarıldığımı fark etmiştim. yüzlerine baktığımda daha önce kimseyi bu kadar mutlu görmediğimi fark ettim. ama şimdi 3ümüzde ölüydük ve ruhlar her istediğini yapabilirdi bu yüzden rahattık. yani, sanırım...

sonra...

"burada tuhaf bi koku var." dedi semih. bu kokuyu bende alıyordum ama tuhaf dediği koku çilek aromalı tütsüydü. zaman zaman evde yalnız kaldığımda evi tütsüyle dolaşır en ince noktalara bile o güzel kokunun sinmesini sağlardım. "çilek tütsüsü" dedim. dudaklarını büzerek kafasını salladı. bu tütsü yeni yakılmış gibiydi. biraz odanın içinde dolaştıktan sonra aşağıdan denizin bağırdığını duyduk. koşarak aşağı indiğimizde kömürlüğün kapısına dayanmış denizi gördük. "yardım edin ağır bişeyler getirin kapının önüne koyabilceğimiz." diye bağırıyordu. semih hiç düşünmeden kanepeyi itmeye başladı. yardım ettim. kapıyla duvar arasına diklemesine koyduk ki duvar, kapının açılmasını kanepe sayesinde engellesindi. daha sonra deniz o kanepeye oturdu ve iç çekti. "bu çok yakındı." dedi. semih ne olduğunu sorduğunda deniz tek kaşını kaldırıp -zor soruydu tam olarak ne demem gerek bilmiyorum- bakışı atarak cevap vermeye çalıştı. "aşağıda açıklık olmalı. yoksa köpekler içeri nasıl gircek. en son baktığımda dışarı açılan kapaklar demir anahtarla kilitliydi. bi köpeğin açabilceği bişey değil. evde biri olmalı." semih eklemede bulundu. "ya da bişey." deniz de onu onaylarcasına yine teş kaşını kaldırıp dudaklarını büzerek evet anlamında kafasını eğdi. ben sadece izlemedeydim. ne demem gerek ne yapmam gerek bir fikrim yoktu. mutfağa geçip hiç açmadığımı farkettiğim dolabın kapısını açtım. içerde boşluk ve karanlıktan başka birşey yoktu. şamdanı şöminenin önündeki sehbanın üzerinden alarak kapağın içine doğru eğildim. uzunca bir tünel gibiydi. "çocuklar burda bişey var." dedim. yanıma geldiler. deniz şamdanı alıp içeri eğildi. kafasını çıkararak "geri dönmezsem peşimden gelmeyin." dedi. ama geleceğimizi biliyor olmalıydı. içeri girerek ilerlemeye başladı. aynı zamanda semih orda nelerin olduğunu soruyordu. "burda bi kapak var nereye açılıyo bilmiyorum" dedikten sonra tahta olduğunu sandığım kapağa vurmaya başladı. açılış sesini duyduğumuzda "çocuklar buraya gelseniz iyi olur" diyen denizin arkasından ben arkamdanda semih tünele girmiş bulunduk. semih arkamızdan kapağı kapattığı için sadece tek ışık kaynağı denizin içeri doğru tuttuğu şamdandı. ama tünel o kadar küçük ve basıktı ki panik atağım olsa orda kriz gelebilirdi. ışığa yaklaştıkça nefesim daralıyordu. arkamda semihin olduğunu bilmesem korkudan ölebilirdim. sonundaa tünelden dışarı kafamı uzattğımda deniz bana elini uzattı ve beni çekerek çıkarttı. mağara gibi bir yere çıkmıştık fakat dışardan böyle bir yer görmemiştik. sanki yerin altına doğru da ilerlemiştik ama tünel de bir eğim hissetmemiştim tam olarak. belki de yön duygumu şaşırmıştım. semihi de tünelden çeken deniz "olayları daha da garipleştirmeye ne dersiniz?" diye bize sorduktan sonra yürümeye başladı. hayır, yürümesi garip değildi ama suyun üzerinde yürümesi gerçekten garipti. arkasından yürümeye başladım ve semih bana dikkatli olmamı söyledi. kafamı sallayarak denizin hızını yakaladım. elini uzattı. tereddüt ettim ama gözleriyle elini işaret ettikten sonra elini yakaladım. önde deniz arkasında ben ve ardımda semih karşı kıyıya ilerlemeye devam ediyorduk. fazla geniş değildi ama sanki yürüdükçe büyüyordu altımızdaki göl benzeri su birikintisi. etraf basık bir mağarayı andırıyordu ama canlılık belirtisi gösteren hiçbir şeyin olmaması da dikkatimi çekiyordu. balık bile yoktu. bastığım yere dikkat ettiğim an su yer gibi sert olmaktan vazgeçip buzullardaymışız gibi anlık bir yerden çatırdayarak yarıldı ve ben içine sürüklendim. denizin elini tutuyo olmam nedeniyle içeri sürüklenişim yavaşlamıştı ama deniz de benimle birlikte beni aşağı çeken suya sürüklenmeye başlamıştı. elini bırakmaya çalışmıştım benimle suya gelmesindense beni kurtarmaya çalışması daha anlamlı olurdu ama benim gevşettiğim elimi daha sıkı tutuyordu. sıkı tutup kendine çekiyordu. semih biraz uzağımızda kalmıştı ama bize doğru yaklaşıyordu. sanki o an zaman yavaşlamıştı. hızlı gerçekleşmesi gereken herşey o kadar ağırdı ki... sonra bi anda zaman hızlandı ve denizle birlikte suya girdik o esnada semih bizim olduğumuz yere varıp denizi yakaladı. deniz de ona tutunuyordu ama semih ikimizi birden çekemezdi. zorlayıp denizi çıkardı deniz de hala beni tutuyordu ama beni çekemiyorlardı. sanki bacağımdan birşey beni yakalamıştı ve dibe sürüklüyordu. nefesim tükenmek üzereydi. kafamı bile çıkartamamıştım sudan. oysaki deniz tamamiyle çıkmıştı. daha sonra suyun yüzeyi kendini onararak kapanmaya başladı. suyun altından bu görüntü gittikçe tuhaftı. deniz ve semih panik içindeydiler. ama oksijenim o kadar azalmıştı ki bulanıklaşmaya başlamıştı. zaten suyun yüzeyi kendini onardığı için delik kapanmıştı ve beni tutan bir deniz yoktu. suyun dibine çekiliyordum...

14 Mayıs 2010 Cuma

devam mı o zaman...

köpeklerin havlamaları kesilmişti. bunu tek fark eden ben değildim. deniz camdan dışarısını sanki görebilecekmiş gibi kafasını kaldırıp siyahlaşmaya yüz tutmuş gökyüzünü apaçık ortaya döken camlara baktı. "sanırım artık yalnızız." semih kafasını sallayarak onaylasa da ben köpeklerin peşlerini öylece bırakacağına inanmıyordum nedense. ama bunu sesli olarak dile getirmedim. herneyse. deniz bana bakarak birşeyler söylemeye çalıştığını anlamamı sağladı. ona döndüm. "buraya nasıl geldiğini anlatsana bi." başımı öne eğerek salladım. mahçupmuşum gibi. sanki bana milyon dolarlık bir hediye almışta ben onu kabul edemeyeceğimi söylemeye çalışıyormuşum gibi... "dün gece evimde yatağa girmeden önce dedemin kitabını okuyodum. gerçekten istediğimiz şeyleri elde etmekle ilgili birşeyler yazıyodu. ben de gerçekten farklı bi hayat dileyerek uyumaya çalıştım. ve burdayım." ikisi de şaşkın yüz ifadeleriyle bana bakıyorlardı. eğer yerlerinde bir tiyatrocu o9lsa bu kadar güzel bir ifade takınabilirdi ancak. güldüm. "pekte komik değil. bu kitap?" diye soran denizin sözünü kestim. "gizli ilimler." dedim. semih sanki çok doğru bir noktaya parmak basmışım gibi kafasını rock konserinde gibi öne arkaya salladı. deniz de dudaklarını büktü ve her kitabı yatmadan önce okuncak masallar arasına koymamam gerektiğini söyledi. "peki ya siz?" dedim. "dediğim gibi" diyerek söze atılan semihti. "bu evi arıyoduk. söylenenlere göre harika bir yer sayılmaz. ama çok otantik. değil mi deniz?" diye sordu. deniz de yüzüne çok yakışan büyük sırıtışıyla "iki çıtır daha olsa fena olmazdı." dedi. tribe girmeme gerek yoktu. beni çıtır olarak görmüyolarsa bu benim için sorun değil hatta iyi bir olaydı çünkü nerede olduğunu bile bilmediğim bi evde iki adamla yalnız kalmıştım. beni çekici bulmamalarına seviniyordum. "sen ona bakma." dedi semih. ama görünüşe göre bu adamlar, iyi adamlardandı. "evin nesi var?" dedim. deniz pek açıklamak istemediğini mimikleriyle ifade ettikten sonra "hayaletlere inanır mısın?" diye sordu. gülümsedim. "küçükken inanırdım." semihte "keşke bizim için de çocuklukta kalsaydı." dedi. bir çeşit hayalet avcısı olduğunu düşündüğüm kaçık insanlardı artık onlar. ama benim yaşadığım şeyi göz önünde bulundurursak bunlar normal bile olabilirdi. "anlıyorum." dedim. "ne anladın" diyen denizin sözünü kesen, köpeklerdi. sanki bu defa yalnız değillerdi. ormandan gelen diğer sesler cabasıydı. sanki bütün orman ayaklanmış bizi burada istemediklerini söylüyorlardı. "keşke eşyalarımız yanımızda olsa." dedi semih. deniz de kömürlükte birşeyler bulabilceklerini söyledi. denizin bulduğu anahtarlarla kömürlüğün kapısını açtılar. deniz bize burda kalmamız gerektiğini söyledikten sonra elindeki şamdanla aşağı indi. bende anahtarları alıp çatı katına koşmaya başladım. semih arkamdan durmam gerektiğiyle ilgili birşeyler söylüyordu ama ben dinlemeden merdivenleri tırmanıyordum. çatının kapısına birlikte ulaştık. sanki oradan birşey beni çağırıyordu. kapıya soktuğum ilk anahtar uydu ama benim çevirmeme gerek kalmadan kapı açıldı. içeri girdiğimde ay ışığının odayı aydınlattığını farkettik. ama cam öylesine büyüktü ki hem ormanın tamamı görünebiliyordu hem de gökyüzü parlaklığıyla göz alıyordu. odadaki herşey ışıldayan nesnelerdi sanki.

13 Mayıs 2010 Perşembe

esin-mustafa-büşra// yazan: ersin


Mustafanın gözü yollardadır içine bir kurt düşmüştür sanki bir tuhaflık vardır...
Esin o sırada hızlı hızlı araştırma
verilerini kontrol eder(Uranyum seyreltmesi
ile ilgili inanılmaz ilerleme kaydeden
esin, bu elde ettiği verileri inanılmaz
güçlü bir silah üzreinde uygulamaya çalışmaktadır
Mustafa ise gerekli desteği[bilgi,
istihbarat falan filan ] sağlayan samimi bi arkadaştır)
Çalışmayı tamamlamaları için büşranın yanına gidip ondan
yardım almaları gerekmektedir.
Tam o sırada araba ani bi fren yapar, küçücük bir kedi ezilmekten kurtulur.
Fakat mustafa ve esin arabanın üzerine fırlayan sinsi
düşmanlarından haberdar değildirler...
Arbanın arkasında oturan gazete okuyomuş gibi yapandan da ...
Otobüste 3ünden başka kimse kalmamıştır...
Şöför dışında...
Aniden arabanın ön camı kırılır, esinle mustafa korkmaya fırsat bulamadan
kafalarında iki desert eagle'nin namlusunu hissederler...
"Aşağı" der namluları tutan eller,
Mustafa"kimsin" der soğuk bir sesle.
O sırada esin titremektedir.Adam namluları kafalarına daha sert bi şekilde bastırarak"Size aşağı dedim" der..
çaresiz esin ve mustafa aşağı inerler,
Adam esine "belgeleri yere bırak ve geri çekil"
der mustafa "hayır" der fakat esin bırakmıştır bile...
Adam"işimi kolaylaştırdığın için sağol "der ve tetiğe basmak için hamle yapar,
tam o sırada mustafa esinin kafasını yere doğru eğer, ateş sesi duyulur,
esin çığlık atar, mustafa esini tuttuğu gibi otobüsün arkasına gider, adam
arkalarından ateş etmektedir...
daha sonra yolun kenarında durmakta olan
beyaz arabanın arkasına eğilirler, adam bi süre etrafına
baktıktan sonra onların ayaklarını fark eder, bunu gören mustafa ve esin
yeşil alana dalarlar,seslerden korkup
sağa sola kaçışan kalabalığı yararlar, binaların arasına dalarlar.. ve bir binanın
kapısından girerler... esin nefes nefese, "şimdi napacağız"

der, mustafa "büşranın evi yakınlarda oraya gidelim o belki bişey yapar" der...

bir süre bekleyip atlattıklarını anlayınca çıkar
ve kısa bir koşuşturmadan sonra büşranın evine varırlar...
esin hemen bir flash bellek getirmesini ister..
büşra getirir esin kolundaki bilekliği çıkartı flash belleğin içini açıp, bilekliğinden
çıkarttığı ufak parçaları flash belleğe takar,
mustafa naptığını sorar esin, çalışmaları kaydetmiştim der... bilgisayara takarlar, büşra nolduğunu
sorup durmaktadır esin bi yandan hızlı hızlı bilgileri kontrol eder,
biyandan da anlatır... büşra çaktırmadan sağ elini kemer tokasındaki küçük düğmeye dokundurur... esin büşranın onu dinlemediğini"Laboratuvarın nerde"sorusuna cevap vermeyince
anlar ve bi tuhaflık hisseder... esin belleği de yanına alarak lavaboya gider... geri geldiğinde eli silahlı adamların mustafayı esir aldığını görür, silahlar ona doğrultulmuştur...
Artık esir alınmışlardır, arabalara bindirilip h,ç bilmedikleri biryere gidiyorlardır...
büşra belleği ister, esin verir, mustafa kızgın bir şekilde "napıosun sen " der kafasında bir ağrı hisseder, gözleri yavaşça kararır..
Büşra elindeki silahın dipçiğiyle ensesine vurmuş onu bayıltmıştır... büşra öndeki adamlardan birinden aldığı laptopa takar belleği ve incelemeye başlar...
"Bunlar tamamiyle saçma sapan günlük yazıları; Hah beni seviyormuş! senin gibi
havalı kızlar neden hep yalan söyler?!!! iyi ki varmışım :D gerizekalı", der belleği kırar ve atar...
"gerçek belgeler kimde?", öndeki adam "şey efendim,o dosyalar da tam değil aslında" "Merak etmeyin; esincik birazdan tamamlar"... esin "Canın cehenne.." demeye çalışırken büşra
silahı mustafaya doğrultur, esin susar....
Geldikleri terkedilmiş fabrikaya girerler, içeride daha önce hayal edemediği büyüklükte bir araştırma laboratuvarı durmaktadır...
Üstün teknoloji ile ilgili herşey bulunmaktadır, büşra bir el hareketi ile kendisine gelen bir sandalyeye oturur, üzerindeki dokunmatik ekrana biraz bastıktan sonra tüm laboratuvar hareket
etneye başlar, robotlar bişeyler yapmakta, dev ekranda sayısal veriler uçup gitmektedir...büşra esine
"hadi bak hayalindeki fırsatı sunuyorum sana ".. bir sessizlik olur.. esin yapmamakta kararlıdır.. sonunu düşünmek bile istemez..
"büşra çığlık atar bi ses tonuyla" ekrana bak istersen" ekranda bir odanın tam ortasında bi sandalye ve üstündede oturan bi adamın görüntüsü vardır,
esin birden beyninin zomnkladığını hisseder, bu mustafadır, "bırak onu" diye bağırır...
büşra" eğer bir anda 10000kv radyasyonun bir insana naptığını biliyorsan başla şu işe der" esin ağzı açık bir şekilde sırtından akan soğuk terin dinmesini bekler" tamam tamam yapacağım... ona bişey olmasın" görüntü gider ekran gelir... esin çalışmalara başlar...
Uzun bile sürmeyen bir çalışmanın ardından ,yapabildiği için ufak da olsa içinde köşelerde bi yerde mutluluğa benzer bişey hisseden esin, elinde duran
parlak maddeye bakar"aktivasyon düğmesine ufak bir dokunuşla güneş sistemini yok edebilir" der... büşra "güzel" der. " ver "onu bana"... esin" önce mustafayı bırak" der...
ekran gelir sandalye boştur.. mustafa arkadan yavaşca gelirken esin de "ultranyum" dediği şeyi büşraya verir çaresiz...
büşra ani bi kahkaha atar kulakları tırmalayan... ekran belirir yeniden mustafa hala orda oturuyordur, esin arkasına döner iyice yaklaşan mustafanın" aslında onun robotu olduğunu farkeder.. esin kusmak üzere olduğunu hisseder...
ekranda bir sayaç vardı"02.25.00" esin bunun saat olduğunu zanneder ve içi biraz da olsa rahatlar, sağdaki sayacın inanılmaz hızlı döndüünü farkedince büşra çoktan gitmiştir...
esin koşturarak mustafanın olduğu yeri aramaktadır, zaman hiç bu kadar hızlı hissettirmemiştir kendini daha önce...
esin tekrar durup dev ekrana bakar"siyah oda,beyaz kapı,10.000kv" diy düşünürken, odanın kurşun ve betondan yapılmış olmsı gerektiğini fark eder. hızla koşarak laboratuvarın duvarlarına vurmaya başlar...
aniden durur, çok kalın ve metalik bir ses.. kapı oralarda olmalıdır... esin nasıl açacağını düşünürken büşranın sandalyesi aklına gelir,ekranda 50 sn yazmaktadır...
esin sandalyeyi kaptığı gibi ekranda işlemler yapar fakat" not enough, get closer" yazısını görür ancak.. sandalyeyi sızla yaklaştırır ve tekrar dener.. yine birşey olmaz, ya da esin öyle sanmıştır, çünkü tam karşıdaki duvar hareketlenir acı bir gıcırtıyla açılır mustafa içerde durmaktadır,
esin sandalyeyi hızla sürükleyerek içeri girer,ekrandan durdurmaya çalışır şifre ister mustfayı dışarı iter sandalyeyi alır kapıyı kapatma emri verir..
"3","2","1," kulakları sağır eden bir çınlama sesi, elektirkler gider, heryer simsiyah olur, hertaraf sallanmaya başlar...
3 saniye süren korku anı ardında ışıklar yanar.. ekranın ortasında bembeyaz parlak bir ışık durmaktadır, esinin bunun sandalye olduğunu anlaması çok sürmez... mustafa da yavaş ca uyanmaktadır..
ışık yavaşça havlanır,ıçeriden hala inanılmaz bir uğultu gelmektedir, esin maddenin rölativistik kütleye ulaşıp enerjiye dönüşmesine şahit olmaktadır...sandalye bir anda sönü verir küçük bir noktahaline gelir... esin kurşun duvarların eridiğini fark eder, kaçma zamanıdır...
kendilerini dışarı attıklarında arkalarına bakamadıkları için koca binanın eriyip yok oluğunu görememişler, yalnızca arkalarında güneş varmış gibi hissetikleri ısıdır...
döndüklerindehiç bişey yoktur, enerji sönümlenmiştir.. esin yere atar kendisini mustafanın dili tutulmuşcasına bişey sölememsi de cabası, zar zor nefes alır...
bi süre sonra orada mustafanın olduğunu düşünür ve ona sarılıp ağlamaya başlar... mustafa nolduğunu sorarken esin hızla kalkıp, hadi koş yolda anlatırım der, koşmaya başlarlar,
esin yolda herşeyi anlatır.. eve vardıklarında tv yi açarlar her kanalda aynı haber, dünya yok olacak mı, büşra adlı acımasız şahıs, ultranyum patlatacak mı? hepimiz ölebiliriz, cnbc,bbc el-jazeere her kanalda aynı haber.. anlaşılan, büşra çoktan tehtidi yapmış..
esin, nadiren oje sürdüğü tırnaklarının içinden hafif acıyla karışık ufak parçalar çıkartır, bu çip parçalarında ultranyumu durduracak algoritma gizlidir...
esin bilgisayarından uyduyla bağlantı kurupup ultranyumu etkizi hale getirir... sıra intikam almadadır... büşranın bulunduğu yeri adı gibi biliyordur..mustafa evde durması ısrarını kıramadığı için pişmandır.
Esin büşranın karşısındadır... evden çıkmadan aldığı silahı büşraya doğrultur, "o artık etksisiz,
sen şimdi bunu neden yaptın anlat" der .. fakat dönen yüz büşraya ait deildir, elinde maske tutan bir metal yüz... Kalın bir sesle"üzgünüm tatlım büşra yok, ben olmaz mıyım?"der esin şoktadır,kendsine yaklaşan metal yığınına bir kurşun sıkar, içi bir an cız eder, fakat robotun yere yığıldığını görünce
bunun yerini şok duygusu alır...
"Laboratuvar eridi ama" ağlamaya başlar..
o sırada kapı çalar ,mustafa açtığında büşrayı görür,"mustafa,bir yapay zeka yaratmaya uğraşıyordum , bişeyler ters gitti,sonr.." mustafa büşrayı bayıltır, aslında onu öldürmeli ama yüreğindeki biyerlerde kalan arkadaşlık duygusu onu engeller...
esin perişan bi halde eve gelince, büşraynın öldüğünü söyler...ağlar...., sonra mustafa büşrayı gösterir.. Esin ufak bir şok atlatır fakat bugün olan okadar şeyin üstüne artık bu normal gelir ona...
..Büşranın uyanmasını beklerlerken esin mustafayaonu öldürmeye çalışan büşranın gerçek büşra olmadığını anlatmaya çalışır... mustafa da "yapay zeka falan diyodu" diyerek onaylar...
Büşra yavaşça gözlerini açar, açar açmaz esin ve mustafayı görür aniden kalkıp onlara sarılır.. sımsıkı sarılırlar ağlarlar... Büşra"esin sen harikasın, başaramayacağınızdan korkuyordum... Beni laboratuvara kilitledi.. fakat kaçmayı başardım" der... Esin"bi sakin ol" der veolan biteni birbirlerine anlatırlar...
O sırada tv dan gelen sesleri duymamaktadırlar tabi," herşey normale döndü, k,mliği henüz belirlenemeyen bu bayan(* o sırada tv de esinin endişeyle koşarken yakalanan uydu resmi vardır) dünyayı, hatta güneş sistemini kurtardı" diğer bir kanalda" the hero! she saved the world, she saved the solar system, she saved us, we dont know who is she yet, but she must be an angel" başka bir kanalda "بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِِ وَوَصَّيْنَا الْإِنسَانَ بِوَالِدَيْهِ حُسْنا""
وَوَصَّيْنَا الْإِنسَانَ بِوَالِدَيْهِ حُسْناً وَإِن جَاهَدَاكَ لِتُشْرِكَ بِي مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ فَلَا تُطِعْهُمَا إِلَيَّ مَرْجِعُكُمْ فَأُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
2 yıl sonra
Esin: Dünyada tanımayan kalmadı onu, kendisine verilen yeni laboratuvarında araştırmalarını sürdürüyor, yararlı şeyler yapmak için yemin etti..
Mustafa:Esinin ortağı olarak bütün çalışmalarında beraberler,esine her türlü fedakarlığı yapacağına söz verdi, kendisini ona çok borçlu hissediyor...
Ve Büşra: Birdaha elektronikle ilgili hiçbirşeye dokunmak istemedi; ama kendi emeğiyle yaptığı eşi benzeri bulunmayan bir fotoğraf makinesiyle, gelmiş geçmiş en büyük fotoğraf sanatçısı olma yolunda büyük adımlar attı... REsimlerinin ana teması çiçekler, ağaçlar, esin ve mustafa :)))
--end--

8 Mayıs 2010 Cumartesi

ve devam eder...

arkadan boğuk köpek havlamaları geliyordu. önce onların köpekleri olduğunu düşündüm. daha sonra kapıdaki adamların köpeklerden kaçıyor olma ihtimalini düşündüm. cama koştum. dışarı baktığımda henüz köpekler yoktu ama adamlar kapıyı yumruklamaya ve açmam için yalvarmaya devam ediyordu. sonra adamların gerçekten korktuklarını farkettim. üstelik köpeklerin sesleri gittikçe yakınlaşıyordu. kapıya koştum. nasıl açılcağını bilmiyordum. önce bir sürgü vardı onu çekmeyi denedim ama sıkışmıştı. ben de tüm gücümle asıldım. menteşeleri yerinden oynadı ama sürgüyü de hareket ettirebildim. daha sonra kapının kulubunu çekmeye başladım. sesler o kadar yakınlaşmıştı ki kapının önündeki merdivenlerin aşağısında olduklarını anlayabiliyordum. adamlar artık kapıya vurmayı bırakmıştı. kulbu döndürmeyi akıl ettim ve kapı büyük bir gıcırtıyla açıldı. o esnada sırtları kapıya dönük adamlar içeri girdiler ve köpekle gözgöze geldim. bana baktı. burun deliklerini oynattı ve koşmaya hazırlandı. arka ayaklarıyla kendini öne savurdu fakat adamlardan daha genç olanı kapıyı kapattı. köpeğin kapıya çarpma sesini duyduk. ve kapı sallandı. sonra sürgüyü çekip kapıyı kilitledi. diğer adam da camları kontrol ediyordu. genç olanı bana dönerek başka giriş olup olmadığını sordu. bende bilmediğimi söyledim. şaşırmıştı. beni buralarda dolaşırken eve öylece girmiş olarak düşünmüş olmalıydı. daha büyük olanı aşağıda kömürlük benzeri birşey olabileceğini ve köpeklerin zaten bunu çoktan akıl etmiş olabileceğini söyledi. genç olanı başka birşey sormadan bu kattaki kapıları yoklamaya başladı. bazılarının kilitli olduğunu farkedince geri geldi. daha büyük olanı evdeki bütün pencereleri kontrol etmesi gerektiğini söyleyip yukarı kata çıktı. ev benim olmadığı için hırsız olmaları umrumda değildi fakat ya katilselerdi... genç olanı karşıma gelip benimle konuşmak istediğini belirten bir bakış attı. karşılık verdim. isminin semih olduğunu öğrendiğim adam kumral, karışık hafif uzun saçları olan hokka burunlu, hayli uzun boylu ve kaslı, yapılı biriydi. bende ismimin ayça olduğunu söyledikten sonra bu tenha yerde ne aradıklarını sordum. o da detaylı bir açıklamada bulundu. "bu evi arıyoduk. aslında arabamızı otoyolun yanında bırakıp eşyalarımızla buraya doğru geliyoduk. sonra köpeklerle karşılaşınca koşmaya başladık. ensemize kadar gelip çantalarımıza saldırdılar. elimizde sadece tüfeklerimiz kaldı. ateş ettik ama korkmadılar. bizde aradığımız eve sığınmayı düşündük. evde kimse yok sanıyoduk. sen nerden geldin buraya?" tam ağzımı açıp cevap vercektim ki daha büyük olanı yanımıza geldi. isminin deniz olduğunu söyledikten sonra elini uzattı. önce semih'e baktım sonra deniz'e elimi uzattım. elimi tuttu ve memnun olduğunu söyledi. ben pek memnun olduğumu sanmıyordum. bilmediğim bir hiçlik içinde bilmediğim iki insanla kimin olduğunu bilmediğim bir evde tıkılı kalmıştım. köpeklerde cabasıydı. "burayı nasıl buldun?" diye sordu deniz. bakışlarımı kaçırdım. bunu farketmişlerdi. "bi sorun mu var?" diye sordu. cevap vermeyince tekrarladı semih. "buraya nasıl geldiğimi bilmediğimi söyleyince delirmiş olduğumu düşünmenizden korkuyorum." diyiverdim bir çırpıda. deniz şaşırmış bir yüz ifadesiyle dudaklarını büzmüştü. semihse kaşlarını çatıyordu ama denize kafasıyla mutfağı işaret etti. birlikte gittiler. seslerini duyabiliyordum. tanrım özel birşey konuşacaklarsa daha sessiz konuşamaz mıydılar? "bence söylemeliyiz." diyen semihti. "bilmeye hakkı var." dedi. "inanmaz ki." deniz endişeliydi. onlara dönüp baktım. neye inanmamı bekliyorlardı ki? mücize ile buraya ışınlanmıştım işte. "söylemeye gidiyorum." dedi semih. yanıma geldi. "ayça, birazdan söyleyeceklerime inanmayabilirsin ama anlamaya çalış." kafamı salladım. "bu evde tuhaf birşeyler var ve biz bunu çözmeye geldik. henüz ne olduğunu biz de bilmiyoruz ama bulucaz. seni de evine götürücez. bize güvenebilirsin." şaşırmamıştım. bu evde tuhaf bişeyler olduğunu anlamamak için aptal olmak gerekirdi. "hava kararıyo." dedi deniz. "yakıcak bişeyler bulmalıyız." şömineyi işaret ederek akşamlarının soğuk olduğunu söyledim. deniz ise şömineyi yakamayacağımızı köpeklerin -eğer varsa daha fazlasının- buraya akın etmesini söylememizin başka bir yolu olduğu olcağını söyledi. "patron sizsiniz." diyerek ellerimi teslim olmuş gibi yukarı kaldırdım. deniz gülümseyerek "bu kızı sevdim." dedi. "sen de biraz örnek al" dedi semihe bende semihe dönüp gülümsedim ve sessizce "beni örnek al." dedim. o da fazla şaşırmamış bir edayla güldü ve kafasını yana eğerek "tamam" dedi. "şimdi bi evi arayalım. mum, kandil ne bulursanız getirin." dedi deniz. ben yukarı bakabilceğimi söyleyerek merdivenlere yöneldim. semihte bana eşlik edebilceğini söyledi. deniz de bu katı aramak durumunda kalmıştı. merdivenleri hızlı hızlı çıkıp kilere yöneldim. semih arkamdan geliyordu. kilere girdiğimizde arkamı dönüp onlara kim olduklarını sordum. "ben semih o da deniz. bir iki kardeşiz." dedi. kardeş olmalarına şaşırmıştım ama belli etmedim. birbirlerine benzemiyorlardı. deniz daha kısa boylu, siyah kısa saçlı ve biraz daha kiloluydu ama yakışıklıydı. ve biraz da kendini beğenmişlik ve nasıl desem, havalı olma hareketleri vardı. "peki genel olarak ne iş yapıyosunuz?" diye sordum. "yani mesela bu evi neden arıyodunuz?" dedim. semih önce cevap vermek istemezmiş gibi göründü. sonra ikimizde dolapları açıp kapamaya başladık. "sanırım başka odaya baksak iyi olcak." dedi bir sessizlikten sonra. kafamı salladım ve kilerden çıktık. kilerin yanındaki odanın kapısını açtı. eşyaları çarşaflarla kapalı olan oda. içeri girdik çünkü bir sürü dolap vardı. "içeri girmeye cesaret edemedim bu sabah." dedim. gülümsedi. içeri girdik ve dolaplara bakmaya başladık. koltukların üstünde, orta sehpanın üstünde, koltuk yanlarındaki küçük masaların üstünde, tabloların üstünde hep çarşaflar örtülüydü. tabloların üstünde? duvarın yanına gidip bir tane tablonun çarşafını kaldırdım. "sanata meraklı mısın?" diye sordu semih. hayır anlamında kafamı salladım. konuşamıyordum ve sanırım küçük dilimi yutmuştum. "evde başka birileri olmalı." dedim. diğer tabloların çarşaflarını tek tek kaldırdıktan sonra geri çekildim. kapının oraya kadar gidip tekrar tablolara baktım uzaktan farklı mı görünüyorlar diye ama nafileydi. tablolar değişmişti. padişahlar gitmiş, yerini manzaralar almıştı. "tablolar değişmiş ve üzerlerine çarşaf örtülmüş." diyebildim şaşkınlıkla. semih omzumdan tutarak bu odadan çıkmamızın daha iyi olcağını söyledi ve çıkarken kapıyı çekip kapattı. diğer odaların kapısı kilitli olduğu için uyandığım odaya ilerledik ve orda bir dolap içinde sanki dini bir tören için tutulmuş çeşit çeşit renklerde mumlar bulduk. mumların bazıları yanmış hatta yarısı erimişti. "renkli olanları alma" dedim. nedenini sordu. "renkli olanlar ritüellerde kullanılır. bu evde garip bişeyler olduğunu kendin söyledin. beyazları al. renkilerin enerji yüklü olma ihtimali var." dedim. semih bunu söylememe şaşırmıştı ama bir koli beyaz mum vardı. bikaç tane alıp kibritle beraber yan dolaptan çıkardığımız battaniyelerle aşağı indik. denizi göremedik. ama sonra bir odadan çıkarak yanımıza geldi. bulduğumuza sevinmiş olduğunu söyledi. mutfağın dolaplarından birinde anahtarlar bulmuştu ve odaları dolaşmıştı. kömürlüğe inen kapıyı da bulmuş hatta aşağıyı kontrol etmişti. sonra üçümüzde şöminenin önündeki koltuklara geçip oturduk ve battaniyelerimize sarılıp mumları yaktık. artık kim olduklarını ve evle ilgili birşeyleri öğrenmem gerekiyordu...

devamı gelecek türden bir hikaye

başka bir yerde başka bir hayata uyanmak dileğiyle yatağıma girip yorganımı kafama çektim. uzaklaşmak tek dileğimdi. sadece biraz daha macera biraz daha aşkla...

üşüyerek uyandığım için ellerimi direk ayaklarıma götürdüm. buz gibiydiler. çoraplarımı giymeyi unutmuşum yatarken diye düşündüm. üzerimdeki kahverengi battaniye ise sabah sabah sinirlerimi iyice kaldırmıştı. bu battaniyeden nefret ederdim ve asla kullanmak istemezdim. şimdi nasıl olmuştu da üstümde örtülüydü. sırt üstü yatıp gözlerimi açtığımda bir mucize ile karşılaşacağımın farkında değildim henüz. ama bu harabe evin bir açıklaması olmalıydı tabi ki. kaçırılmış olabilirdim. yüz yıllarca uyutulmuş olabilirdim ve beni içinde sakladıkları kapsül bozulmuş olabilirdi ki beni de uzaylılarla savaşın ortasına atmış olabilirlerdi. yatak yine de sıcaktı. çıkmak istememiştim, karşılaşacağım şeylerden korkarak. ama battaniyeyi üstümden atıp beton duvarlara göz gezdirerek yatağın çaprazında duran kırmızı söküklü koltuğa ilerledim. eşyalarımı üzerine atmışım. pantolonumu ve mor beyaz çizgili gömleğimi giyindikten sonra kemerimi taktım ve çoraplarımla spor ayakkabılarımı giydim. saçlarımı elimle taradıktan sonra evde dolaşmaya başladım. birkaç adım attıktan sonra içerde lavabo olduğunu gördüğüm bir odanın kapısını iteledim. içerisi biraz rutubet kokuyordu ama yıllardır kullanılmadığı belliydi. suyun akıp akmadığı konusunda merakımı gidermek için musluğu çevirdim. su önce biraz paslı aktı ama sonra düzeldi. yüzümü yıkadım. kurulayacak bir şey bulma umuduyla evde dolaşmaya devam ettim. biraz uzunca bir koridoru geçtikten sonra karşıma genişçe bir yer çıktı. oda değildi birkaç kapıya ev sahipliği yapan bir bölümdü. merdivenler de vardı. biri yukarı çıkıyor biri aşağı iniyordu. yukarı çıkan merdivenlerin devamı görünmüyordu çünkü dönemeçliydi. aşağı inense dümdüzdü. aşağı veya yukarı gitmeyi sonra düşünecektim. öncelikle bu katı dolaşmalıydım. ama bu kata çıktığıma göre eminim aşağıda birşey yoktu. dümdüz yoluma devam edip mutfağı buldum. biraz daha kilere benziyordu. yiyeceklik birkaç malzeme vardı. daha çok konservelerle doluydu. çuvallarda pirinçler, bulgurlar, kuru fasulyeler ve nohutlar vardı. konservelere göz gezdirmeyi de sonraya erteledim. biraz ilerde büyük su bidonları vardı. 20 kadar su bidonu vardı. sonra kilerden çıkıp yanındaki odanın kapısını açtım duvarlarda resimler vardı. kaçıncı yüzyıla ait olduğunu bilmediğim bir sürü padişahın resmi vardı. koltukların ve diğer eşyaların üzerleri beyaz çarşaflarla örtülüydü. sadece resimlerin çarşafları yere düşmüştü. odanın kapısını çekerek kapattım. yanındaki odaya giderek kulbu zorladım, açılmadı. 2 odanın daha kapısını zorlamıştım ama açılmamışlardı. sonra ben de yukarı bakmaya karar verdim. merdivenleri çıktıkça karanlık bastırıyordu. yukarı kapıya ulaşmayı başardığımda kapının kilitli olduğunu farketmem zor olmadı. daha sonra tekrar gelip bakmayı düşünerek aşağı indim. alt kat kalmıştı bir tek. merdivenlerden sakince inerek alt kata vardım. birkaç bavul geniş koltuğun yanında duruyordu. benim olduklarını düşündüm. siyah bavulu açıp baktığımda kıyafetlerimi buldum. sevinmiştim. şu kocaman evde bana ait birşeyler de vardı sonunda. bu bavulları yukarı çıkarsam mı acaba diye geçirdim içimden. ama evi tamamen gezmeden olmazdı. salona bağlı barımsı bir mutfakla karşı karşıyaydım. barın tahtalarında kurşun delikleri vardı. elimle üzerinden geçtim ve bunların çok uzun zaman önce açılmış olduğuna kanaat getirdim. daha sonra mutfakta tencereler, tavalar, bardaklar, tabaklar ve diğer ıvır zıvırlarla karşılaştım. bir buz dolabı oldğunu farkettim ama eskiydi. içini açıp baktığımda bomboş raflarıyla karşılştım üstelik çalışmıyordu. daha sonra mutfaktan çıkıp alt katın odalarında dolaşmaya başladım. bir odaya girip baktığımda çarşafı bile bozulmamış ilk günkü gibi temiz ve düzenli bir odayla karşılaştığımı farkettim. odada birçok şey vardı ama onları ellememin doğru olacağına inandığım için çıktım. birkaç odayı daha gezmeyi düşündüğüm an kapı çaldı. büyük geniş tahta kapıdan güm güm sesleri eşliğinde. kapıyı açar mısınız diyen 2 gencin sesini duydum. kapıya doğru koştum ve kim olduklarını sordum. korkmuştum. nerede olduğumu bilmiyordum. kimin evi olduğunu bilmiyordum. başka bir girişi çıkışı olup olmadığını bilmiyordum. kapıda iki adam vardı ve içeri girmek istiyorlardı. kapının kilitli olup olmadığından bile emin değildim. işte şimdi, büyük bir macera ve tehlikeyle karşı karşıyaydım...

kaybetme korkusu

ve işte yine burdasın. aslında sen hiç gitmedin ki. hep taşıdım seni nereye gidersem gideyim. sadece seni kaybetmekten korktum, bunca nefes aldığım zaman boyunca. ama burdasın. şuan için önemli olan sadece bu. sensiz ne yaparım diye düşündükçe, içim parçalanıyordu. ama mühim değil şuan senden başka hiçbir şey. buradasın ya, o yeter bana. varlığının bile bana neler yaşattığının farkında değilsin. sen zaten, hiçbir şeyin farkına varmadın bunca zaman boyunca. ama gerçekten önemli değil. bununla yaşayabilirim. sadece yanımda ol, bana yeter. ah, yine burdasın. kokunu hissediyorum. tenine dokunamasam bile, burada olduğunu biliyorum. seni hep içimde hissediyorum. içimde yaşıyorum kara kapkara sevdalarımı. sesinle atmaya başlıyor kalbim. sen susunca sanıyorum ki kıyamet koptu. ama önemli olan bu ya, buradasın. ama gitsen bile, seni yaşatıyorum içimde. ne pahasına olursa olsun, seni içimde taşımaya devam edeceğim. ama şuan bu andan daha önemlisi yok. yanımdasın. burdasın. sesin, kokun öylesine sarmış ki beni, doğam olmuşsun. doğalım olmuşsun. ah, seni sarsam içimde. saklasam seni, kapatsam... ah o seni kaybetme korkusu... ama önemli değil şuan. burdasın ya...

7 Mayıs 2010 Cuma

yalnız mıyım?

sadece ben düşünürüm; uçaklardaki yolcuların ne hissettiğini, ayrılırken yeryüzünden...
sadece ben düşünürüm; otobüs durağında kulaklığıyla müzik dinlerken sesini çok açıp açmadığını merak eden kızın sevdiği biri olup olmadığını...
sadece ben düşünürüm; kaplumbağaların aslında istediklerinde ne kadar zeki olabildiklerini...

sadece ben düşünürüm ben...

yalnız ben ayakta kalırım geceleri insanlar uyurken mışıl mışıl sıcacık yorganlarının altında.
yalnız ben uykusuzluğuma yenik düşmem içtiğim geceler, sabahları sayarım birer birer kaç tane geçtiğini unuttuktan sonra.
yalnız ben kahkaha atarım komik olmadığını düşündüğüm herhangi bir olayda ya da konuda.

yalnız ben yaparım ben.

ilk kez ben tahmin etmişimdir tanımadığım kızın tanımadığım adamdan hoşlandığını...
ilk kez ben tahmin etmişimdir elele tutuşan çiftlerin içinde kopan fırtınaların ne zararlar vereceğini kendilerine...
ilk kez ben tahmin etmişimdir yolun ortasında biliçsizde koşan çocuğun kafasını banka vuracağını...

ilk kez ben tahmin etmişimdir ben...

sadece ben istememişimdir; yeryüzünün sadece suyla kaplı olmasını ve sanki yer yokmuşçasına sadece yüzerek yaşamayı.
sadece ben istememişimdir; koşarak dertlerden, insanlardan bir çırpıda uzaklaşmayı ve bir daha geri dönmemeyi.
sadece ben istememişimdir; özgürce oradan oraya uçmayı ve yerçekimine meydan okumayı.

sadece ben istememişimdir bunları.

sadece ben istemişimdir, seni baştan sevmemiş olmayı.
sadece ben istemişimdir, hiç karşılaşmamayı.
sadece ben istemişimdir, seninle bir ömür geçirmeyi.

sadece ben istemişimdir beni bir kez olsun anlayabilmeni.

sadece ben istemişimdir ben...

kısa hikaye olsun diye

"neden kararsız olduğunu merak ediyorum." dedim. "sorma" diye tersledi beni. "sadece kendini kandırıyosun." diye çıkıştım. ama nafileydi sonuç, yine. "ben kimseyi kandırmıyorum." diye çocukça bir cevap verdi. "sen bilirsin." dedim ve arkamı dönenrek kapıya ilerledim. fazla film izlemiştik. ikimizde. bu üzden sanki o sahnelerden birindeymişim hissettim. arkamı dönüp bir adım atacakken "dur" dedi. "söyliceklerim henüz bitmedi." kafamı yavaşça döndürdüm, bedenim sabit dururken. "artık ne söylediğinle ilgilenmiyorum." dedim. "çünkü söylediklerinle yaptıkların birbirinden çok farklı." sessiz bir şekilde birkaç saniye öylece durduk. arkamdan yaklaştığını hissedebiliyordum. gittikçe yakınlaşan soluk alış verişi beni de etkiliyordu ki heyecanlanmaya başladığımı anlamam an meselesiydi. "ben değiştim." dedi. gülümsedim, o bunu görmedi belki ama ses tonuma gülümsediğimi yansıtmıştım. "bunu son zamanlarda çok duyuyorum." dedim. "insanlar değişebilir." dedi bana. işte o an duramadım ve bir kahkaha patlatıverdim. "bari sen yapma." dedim ve yüzümü döndüm. o kadar yakınımdaydı ki sanki birkaç santim daha yakınımda olsa bir bütün olacaktık... birkaç adım geri çekilmemle irkilmesi bir oldu. benden öyle bir hareket beklemiyordu. ondan etkilenip olanları unutacağımı sanıyordu. ama yanılmıştı. hiçbir şey planladığı gibi gitmiyordu. "anlaşılan sen de değişmişsin." dedi bana. çarpık bir gülümseme yerleştirdi yüzüne. bu gülümseme ona o kadar çok yakışıyordu ki o an yine aşık olabilirdim. ama tuttum kendimi. akıllıca olduğunu düşündüğüm bir cevap verdim. "ben sadece doğru olanı olması gerektiği gibi yerine getiriyorum." dedim. "işte sen de iyi birşey yaptığına kendini inandırıyorsun." dedi. "hiçbir mani yokken benden kaçıyorsun. kendisini kandıran ben değilim, sensin." ve devam etti. "seni seviyorum. sensiz olmak gibi bi düşüncem hiç olmadı. bütün hayallerimde sen varsın ve ben..." durdu. gözlerine bakmamı beklediğini biliyordum. dayanamadım. gözlerine odaklandım. "sen ne?" dedim. "sonsuza dek seninle olmak istiyorum." dedi. "bu bir yalan. ve bunu benden daha iyi biliyosun. benden önce kaç kişiye daha ayı şeyi söyledin onun sayısını bile unutmuşsundur." dedim. "yanılıyosun." dedi. gözlerinin dolduğunu görebiliyordum. bakışlarını kaçırdı. bir süre sonra bana arkasını döndü. ne yapmam gerektiğini bilmiyordum ve ben de içimden geldiği gibi davrandım. "kararsız kalman beni de kararsızlaştırdı. ne istediğini bilmiyosan sana zaman tanımama izin ver." dedim. cümlelerimin saçmalığını ben de kabullenmiştim ama ona yaklaştığıma pişman olmuştum. arkasını bir anda dönerek dudaklarıma yapıştı ve bana bu konuşmayı, geçmişimi, hayallerimi unutturdu. sadece o 'an'a odaklanmıştım. sonsuza dek onu yaşamak istemiştim...

6 Mayıs 2010 Perşembe

işte öyle birşey

şarkılar çalındığı anda başlayan sessizlik gibiydi herşey...
karanlıkların kaybolmasıyla yola çıkan bir beyaz güvercin misali...
duymak istediklerinin yanında duyduklarınla alakalı birşeydir gerçek...
zaman zaman uykusuz bıraksa da...

tahta oturmuş bir padişahın yanındaki kadın gibiydi umutsuzluk...
gerçek aşkı aramış ama elde edememiş...
rüzgarların fısıltısıyla uyumaya çalışan bir aslan misali...
zaman zaman korkuların tavan yapsa da...

yaralı bir martının köpek balıklarına yem oluşuydu belki de acı veren...
kapalı kapılar ardında resmedilmek yalnızlığa...
ya da çaresizliğin gerçek tadıydı kan...
zaman zaman kötü bir tad bıraksada aşk, ağzımızda...

yeter diye bağırmak lazım bazen gün ışığı saklandığında içimize...
+

kim yetenekli olmak ister?

herkes isteklerinin gerçek olmasını çok ister. bazı isteklerininse, gerçekten gerçek olmasını ister. insanın doğasında, istemek, istemek ve daha fazlasını istemek vardır; bunu hepimiz çok iyi biliriz. neden? çünkü, hepimiz insanız ve hepimiz isteriz.

peki, gerçekte varolmayan şeyleri istersek buna ne denir? "olmayacak duaya amin denmez!" denir. ama insan ne yapar? her ettiği duaya "amiin" der.

olağandışı şeyler yaşamak istemiştir en azından, 10 kişiden 1i. -yalan mı? bu istatistik için sonradan bi' çalışma düzenlemeliyim neyse.-

aklınızdan hiç geçmedi mi, zihin okumayı istemek? yada "keşke uçabilsem" demediniz mi? peki ya "manyakk gücüm olsa da tek elimde kocaman bi' tankeri kaldırıp atabilsem!" tıpkıı spiderman gibi. yadaa yeşil dev...

günümüzde de pek çok dizi-film var bu konular hakkında. hereos, 4400, lost, roswell, torchwood, fringe, supernatural, resident evil vs vs vs...

sonuç olarak "yetenekli" olmak istenen bi' mevzu. herkes birşeyler ister ama değil mi? kim "YETENEKLİ" olmak ister peki?

yeni bir sayfa

önümde bir kitap duruyor. sanıyorum ki açamayacağım. bugüne dek kaç kitabın kapağını kaldırırken korktum, bilmiyorum. sadece yeniden ayak uydurmaya çalışıyorum kitaplara... uzun zaman olmuştu sahi. en son ne zaman başladım yeni bir kitaba? içinde karşılaşacaklarımdan korktuğum en son günü hatırlıyor muyum? bir düşüneyim...

sen kimsin? elime alsam seni, koklasam sayfalarını, yeni kitap kokusu... bana neler göstereceksin farkında olmadığım? ne öğreteceksin bana, yeni? şimdi başlasam seni içime sindirmeye, ileride beni kendinden uzaklaştıracak mısın yoksa sana gittikçe bağlanacak mıyım? bana gerçekten izin veriyor musun, seni tanımama? peki. şimdi kendini bana bırak öyleyse. uzun bir aşk yaşayalım. önümüzde yüzlerce sayfa varken ayrılığı düşünmeyelim. korkma. incitmem seni. kıvırmam sayfalarının narin uçlarını. seni yere göğre sığdırmam ben. sayfalarını o kadar dikkatli çeviririm ki anlayamazsın seni okuduğumu. gıdıklarmışım gibi hissedersin kapağını kaldırdığımda. ama dur. beni yarı yolda bırakmayacağını nerden bileyim? benim sana davrandığım gibi davranacak mısın bana? kafamı boş bilgilerle doldurup beyin sıvımı emmeyeceksin değil mi? iki sayfa sonra, başka konuya atlayıp, başkasıyla aldatmayacaksın değil mi? akıcı bir ilişkimiz olsun istiyorum. ne sen benden kork inciteceğim diye ne de ben senden korkayım beni, hislerimi oyalacaksın diye... şimdi, hoşgeldin hayatıma...

her yeni kitaba böyle başlamak... aslında, imkansız gibi. hayat gibi. gerçek gibi. ilişkiler gibi. dostluklar, aşklar gibi. korkular gerçek, sevgi gerçek... hadi, neden hep beraber yeni bir sayfaya geçmiyoruz?

ani kararlar

yoktu açıklanacak herhangi birşey. aslında sadece kafasında kurduğu yalanlarla içiçe oluşundan kaynaklanıyordu bu hayal kırıklığı. her saniye aklında büyüttüğü o korkunç sevgi yanılsaması bugünkü halinin apaçık sebebiydi.

şimdi sadece beklemeye almıştı hayatını. uçsuz bucaksız bir okyanusun amaçsız çırpınışlarına kendini kaptırmak niyetindeydi. sadece O'nu bir kez daha görse yeterdi bile. ama nafile, kendi bile inanamıyordu aklından geçenlere.

yeter dedi, üstündeki hırkayı bir kenara fırlattı. cebinden çıkarttığı sigara paketinden bir dal yaktı. uzun bir nefes aldıktan sonra, bununla yaşanmaz dedi.

o an aklına gelen herşeyi silmeye and içmişti. fakat farkındaydı ki anılarını unutmak, O'nun o tatlı bakışlarını unutmak, içinden gelen aşkı O'na adamak öylesine şeylerdi ki bunu yapamazdı. evet, iyi ki de farkındaydı. çünkü içinde O'nu yaşamak O'nunla yaşamaktan daha anlamlıydı...

sen de birgün böyle tutulursun diye bağırdı yüksek sesle. aslında içten içe de korkuyordu O'nun acı çekmesinden. ne de olsa kendi kalbiydi O.

yaşamanın anlamsızlaştığı vakit sen de gitgide yok olursun demişti bi arkadaşı. saçmaladığını söylemişti. bir an düşündü. anlamsızlaşmış mıydı hayat? O onu reddettiğinden beri. durdu. kafasını iki yana salladı. hayır dedi. şimdi daha anlamlı.

nasıl da sert esiyordu içindeki fırtına. bunu dışa vurmak heryeri yakıp yıkmak istiyordu. bir yandan vereceği zararlardan korkuyor bir yandan da ya bana gelmek isterse diyordu. tam bir salak gibi hala umutluydu yani.

aşkı aşkla yaşamak varken neden uzaktan sevseydi ki? işte bu yüzden O'nunla olmak istediğini söylemişti. nereden bilebilirdi ki O'nu tamamen kaybedeceğini? çünkü, sanıyordu ki O'da onunla olmak istiyordu. ama bu tamamen kendi yalanıydı...

ya hayat sona erer de sevdiğimi hiç anlayamazsa diye aldığı karar O'nu ölüme sürüklüyordu. içi parçalanıyor, verdiği yarar göğsüne beton misali oturuyordu. zaman verseydim keşke diye düşündü. artık düşüncelerinin de kendi gözünde bile anlamı yoktu...

durdu. sigarasından bir nefes daha çekip söndürdü. hırkasını aldığı gibi koşarak uzaklaştı...