Bugün de her zamanki gibi erken uyanmıştı. Gece yatmadan önce çıkardığı dişlerini baş ucundaki su dolu bardaktan alıp ağzına yerleştirdi. Hafif karanlık koridor boyunca yürüdü ve zamanında belki onuncu defa beyaza boyanmış, artık plastik gibi görünen o çok eski tahta kapının dokuna dokuna aşınmış metalik kolunu aşağı indirirken; duvardaki düğmeye bastı. Karanlık bir anda aydınlanınca gözlerini kırpıştırdı. Banyoya girip, arkasından kapıyı kapatırken "gacuuuğrt" diye bir ses geldi. Eşi aslında o kapının menteşelerini yağlamasını istemişti, belki bundan bir kaç ay önceydi ama ne zaman söylediğinin bir önemi mi vardı sanki? Tuvalete otururken, yerde duran çoraplardan birini eline alıp burnuna götürdü, hala giyilebilirdi bunlar, kokmuyordu ki, eşi neden onları sepetin oraya kadar getirmişti? Sabah giymek için çıkarmıştı bunları yatarken "Kalkınca giyerim" diye düşünerek. Kafasını yana çevirerek "çkçkçk" sesi eşliğinde eşini yadırgadı. Tuvalette işi bitince kalktı ve aynaya baktı. Çapaklarını serçe parmağı ile temizledikten sonra, salona doğru gitti. Camlardan biri açıktı ve tülün bi' kısmı dışarı kaçmıştı. Kanepede yatan oğlunu gördü. Ne olmuştu da odasında uyumamıştı acaba? Oğluna yaklaştı yavaşça. Ayağını kaldırdı ve hafifçe tekmeleyerek "Kalk la ekmek al" dedi. Oğlu korkuyla uyandı. "Tt-tt-amam baba". Yıllarca ona hizmet etmiş, emekçi olan, yer yer iplikleri ortaya çıkmış ve bütün yaşadığı eziyetlere rağmen hayata tutunan o kahverengi-yeşil (artık rengin bir önemi kalmamış) kanepesine oturup arkasına bir kırlent çekti. "Kumandayı ver." diye buyurdu oğluna... Oğlu da o sırada oturduğu yerde iki büklüm olmuş, yüzünü gözünü ovuşturup kaşıyor, bi' yandan da kendine gelmeye çalışıyordu. Sonra kalktı ve televizyonun önündeki sehpadan kumandayı alıp babasına uzattı. "Ben bugün erken çıkıcam, Ahmet Abi dükkana gel, iş gösteriyim dedi." Babası da onaylarcasına kafasını salladı kumandaya bakarken. "Git ananı kaldır da kahvaltı hazırlasın." Oğlu, banyoya giderken, annesine seslendi "Anneeeah, uyan!". Annesi aslında çoktan uyanmıştı. Hatta belki hiç uyumamıştı. Kalktı, terliklerini giydi. Başına tülbenti çekerken aynada saçlarını gördü, 'eskiden kestane gibiydi galiba' diye düşündü. Mutfağa gitti, çay suyu koyarken bir yandan da yumurtaları küçük bir tencereye yerleştiriyordu.
Yazarın, küçük tencerenin ne kadar paslı, eskimiş, yanmış olduğunu; kulpunun oynadığını filan anlatmaya mecali kalmadı. Yazdığı karakterlerden de usandı. Yazıyı hızlandırdı.
...
Adam kahvaltısını ettikten sonra eşine döndü. "Ben bi' hava alayım."
"Gelirken yoğurt unutma."
...
Hava ne güzel diye düşünürken sahilde yürümeye başlamıştı. Deniz kahverengiydi. Sahi, deniz neden kahverengiydi? Haberlerde sıcaktan demişlerdi, doğru. Sıcaklar çok artmıştı bu yaz. Her yaz gibi miydi? Yoo, eskiden yazlar ara ara serin olur, yağmurlar da yağardı. Ama köyde yaz hep başkaydı zaten. Kız mı ağlıyor orada? Aha kız oturmuş sabah sabah sahilde, ağlıyor mu o? Bana 'ne bakıyosun' işareti yaptı, ne agresif.
"Ağlıyo musun diye baktım."
"Hıı amca, hıı."
"Noldu akraban, yakının filan mı öldü?"
"Yok bi' şey amca, önemli değil."
Sırıtmaya başlamıştı. "Sevgilinden ayrıldın." Tahmin konusunda hep çok iyiydi ama işte lotoyu tutturamamıştı.
"Hıı amca, hıı."
"Bak, sana amca nasihatı, kimse için üzülmeye değmez. Kendine edersin."
"Sağol amca, iyi günler."
"Sen bana öyle agresif şey yapınca ben de ağlıyo mu o dedim, yani dedim biri mi öldü."
"Tamam amca, iyi günler."